Damga Matbaası'ndaki kapılar, Yeşilçam filmlerinde cezaevi çıkışıydı!
Günümüzün hay huyundan, koşuşturmasından, hızlı ve acımasız koşullarından mı bilmiyorum insanlar anı biriktirmeye bile zaman bulamıyor gibi sanki. Ya da bana öyle geliyor, bilmiyorum. Yaşlandık mı ne; hep eski, güzel günlerin özlemi, çocukluğa dönme isteği içimde...
O günlerin aklımda kalan net anılarından biri, özellikle cuma gününe denk düşürülen babamın işyerini ziyaretlerimdir. Sömestrde, ama özellikle uzun yaz tatillerinde en az 4-5 kere mutlaka sabahın köründe babamla evden çıkar, heyecanla yollara düşerdim. O zamanlar Sultanahmet'teki tarihi Darphane-i Amire binalarının içinde yer alan Damga Matbaası'nda işçiydi babam; bordro işçisi... Topkapı Sarayı'nın 1. avlusunda, Aya İrini, Arkeoloji Müzesi ve Gülhane Parkı'na omuz vermiş bu binalar topluluğu, yılların ağırlığını taşırdı. 1700'lerin başlarında inşaa edilen o binalarda her türlü kıymetli evrak (pasaport, pul v.s) basılırdı benim bahsettiğim dönemlerde. Kağıtları bir çırpıda kesen dev giyotinlerden korktuğumu hatırlarım. Bir de inanılmaz zarafetteki avlusunu... Küçük havuzlar içinde rengarenk, kocaman süs balıkları, rengarenk devasa bitkiler, çiçekler... Öğle tatilinde formalarını çekip minyatür kalelerde futbol oynayan koca koca abileri de unutamam. Çoğu insan bilmez sonra; o binaların cümle kapısı, yıllarca Yeşilçam filmlerinde cezaevi çıkışı sahnesinde kullanılmıştır. Bundan sonra o gözle izleyebilirsiniz.
Başa dönersek; ziyaretlerim sırasında babam bana çocuk gibi değil akranı gibi davrandığı için işçi-memur arkadaşları da elime birtakım basit işler verir, çalışmalarımı takdirle ve sevgiyle izlerlerdi. En çok da o tarihi binaların yemekhanesinde geçirirdim zamanımı. Yemekler dışarıdan getirtilmez, koca kazanlarda orada pişirilirdi. Benim görevimse, masalara bardak-çanak yerleştirmek, artık pek az yerde görülen koca göbekli cam su sürahilerini binbir zorlukla doldurup servise hazır etmek, ekmek sepetlerini doldurmaktan ibaretti. Cuma yemeklerinin bir özelliği de, hemen her seferinde tavuk suyuna çorba, fırında nar gibi kızarmış tavuk, iç pilav ve tatlıdan oluşmasıydı. O yemeklerin tadı, dokusu hâlâ damağımda... Tatlı olarak hoşaf, irmik helvası, kemal paşa ya da revani çıkardı. Ustayı hayal meyal hatırlıyorum ama yemeklerini ve tatlılarını unutmam mümkün değil.
Neyse, o günlerin üzerinden çok zaman geçti. Artık ne Matbaa var, ne o güzel yemekler... Darphane-i Amire binaları, 1995 yılında Tarih Vakfı'na devredilmişti zaten. Birtakım onarımlardan geçti, sergi ve davet alanı olarak kullanılmaya başlandı sonrasında. Burayı bir kent müzesi haline getirme planları yapılıyordu ki, devlet binalara el koydu.
O proje rafa kalkmış görünüyor, en azından benim öğrenebildiğim bu... Ne yazık; oysa turistik açıdan Türkiye'nin belki de en önemli bölgesinin göbeğinde yer alan bu binalar kente kazandırılabilse çok ama çok güzel olmaz mıydı?
Yeni ürünler, yazılar ve size özel önerilerimizden haberdar olmak için e-posta listemize kayıt olmak ister misiniz?
Bu yazı hakkında toplam 6 yorum bulunmaktadır. Sizde yorum ekleyebilirsiniz >
Yorumlar